kenny harris teknik olarak yağlı boya tercih etmiş. ben soft pastel deniyorum. soft pastel çalışırken yeni boyaların kağıdını çıkarıp gövdesini kullanmak gerekiyor. yağlı pastelde bu şart değil ve mümkünse kağıdı dik çalışmalı. soft pastel toz bir malzeme olduğu için, renkli tebeşir gibi, yatayda yaparken bir taraftan siliniyor da. bu malzemenin en güzel tarafı bence degrade geçişe elverişli olması. bitirdikten sonra sabitleyici yoksa saç spreyi de sıkabilirsiniz.
dönüp bir kere daha okunacak romanı hangisi diye sorsan biz kimden kaçıyorduk anne’yi gösteririm.
bu genelde -bir şeye bakacaktım gibi bi dürtü ile gerçekleşiyor ve alıp baştan okuduğum da oluyor çünkü 181 sayfa.
aşırı yorumlamadan kaçınarak yazmak istiyorum. bu romanı seviyorum diyemem sevmiyorum da ama perihan mağden kendini bildiren bir roman yazmış, bu romanı biliyorum. anne karga ile oluşturduğu fikrisabitini kovamayan bir kadını anlatıyor. kız anası edebiyatına kaçmadan bambisi ile (kendi adını mı koysaydı?) bir ay birimi oluşlarının hikayesini okuyoruz. sıkıntı büyük tabii. çünkü bu aynı zamanda ne yaptığını çok iyi bildiğini düşünen bir kadının da hikayesi.
dizisi çekildiğini okuyunca heyecanlandım. öncesinde aftersun rüzgarı estiği için kafamda arthouse sinema olmasa da sanat yönetimi veya görsel dil mi demeli benzeri bir iş bekliyordum. netflix ise onu alıp kendinin yapmış. kutucuklara böldüğü uygulamasında güzel duracak bir şekilde çekmiş çekiştirmiş hikayeyi.
romandan havalanıp netfilx’e konan anne, ağzına kadar dolu bir kirli sepeti gibi duruyor. sorsak PM ye memnun musunuz diziden? diye eminim söyleyecek bir çift lafı vardır.
çünkü bambi’nin annesi kuyumcu soyar mı? yeterince uzun yaşasaydı belki. belki kuyumcu tekmelerdi kafasını. ama yine de emin olamayız.
planladığım gibi olmadı. normalde bilen bilir elimde cetvelle yaşıyorum. daha ne kadar disiplinli bir hayat sürebiliriz foto galeri. ama perşembe günü boşluğun içerisine düştüm. kızımı okuldan aldım eve getirdim sadece. saat dört, dedim bu saatten sonra da verimli bir şeyler olur neden olmasın. kızım zaten bana temellerde ihtiyaç duyacağı yaşı geride bıraktı. hoş bu en tehlikelisi. çünkü hala bakım almakta (bebek bebektir sonuçta) ve ben tespit edebilmeliyim ihtiyaç hasıl halleri ve öncesini ve de sonrasını. yaşanmıyor mu anlattırdığımda (abrakadabra) “bu şimdi geçen hafta oldu öyle mi?” şaşkınlığı, nasıl çakamamışım? normalde evin içinde anneden bir siyah firkete toka bile saklayamamalı evlat. ama işte..
istanbul büyüsünü yitireli çok oldu. pandemiden sonra şehir ilk büyük göçünü de verdi. artık burada yaşayanlara acıyan gözlerle bakılıyor; sosyal imkanları, sanat hayatı, tarihi, fotoğraf değeri sizin bizlerden bizim de sizlerden sakladığımız onlarca nedene rağmen ruhsal konforunu kaybetti istanbul, fiziksel konforunu ondan da önce kaybetmişti, bir gümleme söz konusu yani.
saat dörtten sonrada bir şeyler pek tabii olur istanbul’da ama istanbulluya olan olmuş aşaması bahsettiğim. modern insanın bir girmede markette yaptığı tercihler bir kızılderilinin ömrü hayatında yaptığı tercih sayısını gücendirir klişesini bilirsiniz işte hikayeymiş o, bugün anlıyoruz. tercih ettiğimizi sandığımız şey çocuklarımıza sunduğumuz akşam balık köftesi mi yersin yoksa bezelye köftesi mi? tercihi. bırak tercih yaptığını sansın tercihi.
neyse ne işte geçen perşembe özgür bir irade olduğu yanılsaması içindeki acınası bir istanbullu saat 16’dan sonra ne yapmayı seçebilirdi? ben bir arter’e gideyim dedim. kütüphanede sanatçı kitabı bakarım, sergide takılırım bir şeyler yerim hem içerinin de dışarının da fotoğraf değeri var. gittim ve oldu da. şehir tüm serbest radikallerimize gözünü dikmişken gerçekten bir inanç var içimde bugün ilk defa sahici anlamda bir şeyi seçme şansımız olabilir o kızılderilileri kafaya takan aforizmalardaki kadar bol keseden değil tek bir şeyi seçebiliriz belki, kafamızı nereye doğru çevireceğimizi.
biz ölümlüler ahir zamanda sinema salonlarını dolduralım diye bir şeyler yaşandı,
kurak günler olaylı şekilde vizyona girdi.
kültür ve turizm bakanlığı -balkaya adıyla yapılan başvuru sonucunda filme 950 bin lira destek vermiş ardından adı
-kurak günler olmuş ve senaryoda da bir takım değişiklikler yaşanmış.
film sadece altın portakal’dan 9 ödül ile dönmüş yurt dışında da ses getirmiş ve bakanlık senaryoya yerleşen lgbt teması sebebiyle verdiği desteği faizi ile birlikte geri istemiş. istedi.
kısaca hikayenin kahramanı savcı eşcinsel ve kısmen dava arkadaşı – yoldaşı şeklinde tanımlayabileceği yan karakter de öyle. bu ikili bu şekilde önemli. yönetmen diyor ki “dünyanın hiçbir demokratik ülkesinde kamu fonları destek verdikleri filmlerin senaryolarındaki değişiklikleri denetlemez. sinema sektörünün işleyişine aşina herkes şunu çok iyi bilir: senaryolar yazıldığı andan çekim gününe kadar, proje geliştirme sürecinde, çekim sırasında sette ve en nihayetinde kurguda değişir” son kertede bu sansürdür diyor.
dünyanın diğer ülkelerinde algı yönetimi için çekilen filmlerin debdebesi ve bunu da saklamaya dahi beis görmüyor oluşları ortada kimse işin o kısmından yürümeye kalkmasın bence.
merakımı gıdıklayan tamamen cinsel kimliğin hikayeyi ne yönde etkilediği oldu. yani bu karar yarı yolda verilecek çekerken akla gelecek kadar nedir?
filmin konusu ‘basit’ bunun yanı sıra fotografik anlatımı güçlü de pek diyemem ama hikayenin kreşendo noktasını da sonun sarsıcı etkisini de sağlayan savcının ve yoldaşının cinsel kimliği, e ne olacak şimdi?
yönetmenin, değişmemesi eşyanın tabiatına aykırı dediği bu fark filmin dar alanda gerçekleştirdiği hikaye anlatım gücünün bel kemiğini oluşturuyor.
o zaman bu şansa bırakılmış bir başarıdır diyebilir miyiz? bir başarı var çünkü.
sansür mü yoksa %1 bile olsa bir anlaşma etiği sorunu içeriyor mu düşünmeden bence gidip izleyin gayet güzel bir film sonuçta. hem ilk hafta 3.600.000TL hasılatla geri ödeme sorununu da çözmüş.
tek pencere yapmaya karar verdik
bitmesine yakın hocanın yardıma geldiği yeri tahmin edebilir misiniz?
kitabın adı bu. kitap kulübümüzün 1. dönem okuduğumuz son kitabıydı. başlarken her birimiz oylamaya 1 yerli bir yabancı yazar ve kitabını önerdik. okuma listesi bu şekilde oluştu. benden de beni asla bırakma seçildi.
Ishiguro 1954’de japonya nagazaki’de doğdu. beş yaşındayken ailesi ile ingiltere’ye taşındı. bugün kendisini “melez bir kültürel kökenden geliyorum” diye tanımlıyor. londra’da yaşarken büyükbabası düzenli olarak gönderdiği çizgi roman, dergi gibi eşyaların bulunduğu paketlerle onu japon kültürüne ait imgelerle devamlı beslemiş. evde anne babasının sohbetlerinin de bu durumu pekiştirdiğini söylüyor.
kent üniversitesinde ingilizce ve felsefe eğitimi alan Ishiguro mezun olunca sosyal hizmetler görevlisi olarak çalıştı. 24 yaşındayken east anglia üniversitesinde 1 yıllık lisansüstü yaratıcı yazarlık programına kabul edildi. o zaman kadar öyle pek bir iddiası yokmuş yazarlık üzerine.
bu programa da bbc’nin geri çevirdiği radyo oyunu ile kabul edilmiş.
aslında 20 yaşına kadar hayali bir rock star olmakmış ve edebiyat hevesinin yeni yeni farkına varıyormuş. programa kabul edilince panik duygusu ile iki öykü yazmış; birinin konusu “feci bir intihar sözleşmesiydi” diyor diğeri ise iskoçya’daki sokak kavgalarını anlatıyormuş.
ilk iki romanında uzak tepeler ve değişen dünyada bir sanatçıyla’da “kendi japonyasını” anlattı. 1988’de 33 yaşındayken tamamladığı 3. romanı günden kalanlar için “fazlası ile ingiliz görünüyordu” diyor. burada bir değişim yaşadığını anlıyoruz. 3. roman hayatını yanlış değerlere göre yaşadığının, en güzel yıllarını bir nazi sempatizanına hizmet etmekle harcadığının ve yaşamının ahlaki ve siyasi sorumluluğunu almamakla, o yaşamı derin anlamda ziyan ettiğini çok geç fark eden bir ingiliz uşak hakkında.
müzik için daha doğrusu şarkı söylemek için insan sesinin aklın alamayacağı kadar karmaşık duyguların bileşimini ifade etme yeteneği olarak gördüğünü, yakalamak istediği herhangi bir duygunun şarkıcının sesinde olduğuna inandığını söylüyor. rock star olma hayalini paramparça etmediğini anlıyoruz böylece. müziğin edebiyatındaki yerini müzik ve müzisyenler hakkında yazdığı öykülerin yer aldığı noktürnler kitabında ve başta bahsettiğim kitaba adını veren fakat romanı yazdığı sırada var olmayan beni asla bırakma isimli hayali şarkıda takip ediyoruz.
akademi, yazarı 2017 de nobel’e layık gördüğünde ödül gerekçesini “büyük bir duygusal güce sahip romanlarında dünya ile bir bağlantımız olduğu yanılsamasının altında yatan dipsiz uçurumu açığa çıkaran bir yazar” olarak açıkladı.
bazı filmlerde açılış sahnesi kahramanın karşılama konuşması ile başlar, kendisini hemen göremeyiz, ortam görüntüsünün üzerine konuşur ve bizi filme davet eder. beni asla bırakma ilk bir kaç sayfada bende tam olarak böyle bir his uyandırdı. bu, romanın filme çekildiğini hatta yazarın kaleme aldığı bir takım senaryoların olduğunu günden kalanlar romanının da sinemaya uyarlandığını bilmemin etkisi olabilir.
benzer bir duygu ilk romanından sonra yazarda da uyanmış. yazdığı tv senaryosu ile ilk romanını yöntem ve üslup bakımından (diyaloglar, açıklamalar) birbirine benzetmiş “romanı okudukça bir senaryoya benziyordu” diyor.
böyle düşündüğü sırada virütük bir hastalığa yakalanıyor ve iyileşme sürecinde proust’un kayıp zamanın İzinde romanının 1.cildini okuma fırsatı oluyor- swann’ların tarafı -(kitap bende de var ama henüz okumadım) kitabı yatağın içinde tesadüfen buluyor. mümkündür. proust’un bir bölümü diğerine bağlama tekniğinden çok etkileniyor: “bu birbirine bağlama zihinsel çağrışımlar ya da hafızanın cilvelerini taşıyor gibiydi”. görünüşte alakasız bu iki an anlatıcının zihninde neden yan yana konumlanmış ki diye düşünürken buluyor kendini ve ikinci romanı için bu özgür yolu kullanmaya karar veriyor. iki gün önceki bir sahne ile yirmi yıl öncesinde kalmış bir olayın yan yana gelişi. bu içsel devinimin tv ekranında yakalanmasının imkansız olduğunu fark ediyor. (ben ikna olmadım)
beni asla bırakma’da hikaye hailsham yatılı okulunda başlıyor. kathy, ruth ve tommy klonlarının ilişkileri üzerinden biz de neler olduğunu anlamaya başlıyoruz. 13 yaşına geldiklerinde klonlara neden var oldukları anlatılıyor (son derece nihilist bir şok); hastalanmak, yaşlanmak, ölmek istemeyen, yani tükenmek istemeyen insanlar için tüketilmek üzere yaşamsal organlarını vermeleri için klonlanmış bir grup insan. yirmili yaşların başında bağışçı statüsüne geliyorlar ve otuz yaşında 3.-4. bağıştan sonra yaşamlarını kaybediyorlar.
transhümanizm, posthümanizm kavramlarını ilk kez 2018 de sanat fuarı istanbul art show’da yalın alpay ile ilker canikligil’in gerçekleştirdiği bir sohbette duymuştum. şu an için hala ciddi bir etik sorun olarak adlandırabileceğimiz (şükürler olsun) ağır bir yükle panik yapmadan yavaş yavaş ilerliyor hikaye. sade, zarif bir şekilde anlatıyor klonların tarafını yazar. dümdüz okuyoruz yapacak başka bir şey kalmıyor okura.
halbuki konu takdir edersiniz oldukça dallı budaklı: bu sistemi kim kurdu, kim finanse ediyor, müşteri ağında kimler var, kararlar nasıl alınıyor, seçimler neye göre yapılıyor, bu servis sözde elit bir kesime mi sunuluyor toplumun geneline yayılmış mı, farklı düşünce gruplarında yankı bulmuş mu, kaldıysa eğer tıp etiği buna ne diyor gibi sorulabilecek pek çok soru var.
hikaye 1. tekil kişi ağzından anlatılmış ve yazar konuyu tek bir yönü ile ele alarak bize kathy ile empati kurmayı teklif ediyor. empati burada bir doz daha önemli çünkü kathy bize burda başka bir insan olma durumunu anlatıyor. insan sonrasında eni konu hala insan olmak.
empati kurmak ne kadar mümkün?
romanı yazıldığı 2005 senesinde okumuş olsaydım döneminin fütüristik eseri olarak, ki bu yumuşak bir bilim kurgu anlatımı aynı zamanda, duygusal bir tepki verebilirdim, bugünse iki yıllık pandemi dönemini geride bırakırken empati beni dehşete düşürecek yeni bir duyguyu tetiklemedi.
Isiguro “ben romanlarımda hep aynı şeyi yazıyorum” diyor insan olma durumu, bunu farklı ruh halleri ile farklı türler üzerinden yapıyor; tarih, fantastik, distopya, bilim kurgu. ama izlek olarak insan olma durumu, zorluğu , kendilerini görevleri ile tanımlayan insanların yaşamı, sorgulamadan mutlak varoluş biçimleri üzerine yazıyor.
yormayan diliyle bir çırpıda okunacak bir roman beni asla bırakma. bu haliyle yazarın “öykünün amacı” tanımına hizmet ediyor “öyküler bir insanın başka bir insana şunları söylemesinden ibarettir: ben böyle hissediyorum. ne hissettiğimi anlıyor musun? sana da öyle geliyor mu?”
yazdığı öykülerin amacını bu şekilde tanımlarken aynı zamanda “kolay kolay unutulmayacak” romanlar yazmak istediğini de ekliyor. ben de bunu okuma deneyimini çarpıcı kılmak için vurucu fikirler aracılığı ile yaptığını görüyorum.
jacob’un odası’nı okudum.
şaka.
kitap kulübümüzün ikinci kitabıydı. romanı okuma deneyimim tam olarak içinde bulunduğum bu dönemin ruhuna yakışır şekilde okumak gibi değil de rüya görür gibi geçti.
virginia woolf kendi yayınevinden bu eseri okurun beğenisine sunduğu dönemde Ulyesses ve Çorak Ülke (The Waste Land) yayımladı ve eleştiriye duyarlı yazarımız günümüz için dahi ilham verici cesur bir ilk adım attı.
çağdaşlarının modern romanlarını görücüye çıkardığı 1922’lerde, yayımlanan eleştirilerden anlaşılan, jacob’un odası modernist harekete tutarlı şekilde oturan radikal bir katkı sağlamıştı.
1960’lara gelindiğinde woolf’un feminist denemelerinin etkisi ile romanlarının geri okumaları bu yönünün doğrulamasıymış gibi bir eğilimi ortaya çıkardı. ama bu roman için en azından ben böyle bir düşünceye kapılmadım.
iç ses duygusunun edebi değeri tartışması en zevkli konulardan biri. iç sesimizin simetrik olduğunu iddia edemeyiz ve bu asimetrik sistem içinde kurguyu oturtma konusunda woolf bir dünya markası. kimse bunu onun kadar yapmaya çalışmadan yapamaz.
jacob’un odası giriş gelişme sonuçtan bağımsız sokakta bulduğum yarı saydam bir zarftan okumaya çalıştığım bir mektup gibiydi.
ne şans.
olup bitene tam hakim olmasam da (genelde “öylesine okuyorsun işte duygu sakin ol” diye telkin ederim kendime ve sonradan usulca kitabın üstüne çıkmaya çalışırım, bu sefer kitap benim üstüme çıktı) -bu açıdan- deneysel bir okuma olduğunu da iddia edebilirim.
romanın anlatmaya niyet ettiklerini anlatmak istediği üslup ile dinlemek için müsaittim. bu da okumaya oturduğumuz kitabın içinde bulunduğumuz ruh hali ve ritmimiz ile uyumunun altını çiziyor. verimli bir okuma açısından.
düzensiz sıçramaların birbirini takip ettiği bu romanda wirginia woolf 1.Dünya savaşında 26 yaşındayken kaybettiği erkek kardeşi toby stephen’ın hayatına odaklanıyor ama buna vakıf olmak yazdığım kadar kolay değil ne kadar uyanık olsanız yetmeyebilir. kaybettiği kardeşini anmak için sadece yeni bir yapı değil yeni bir tarz da geliştirmek hayatı sünger gibi emen woolf ‘un altından kalkacağı bir iş olabilirdi.
ve o sadece erkek kardeşini değil bu yapının içinde bir an olsun kaybolduğunu düşünen ve “bu kitabı okumayı ben mi beceremiyorum acaba” diyen azimli okurunu da ihmal etmez ve onu 117. sayfaya gelebildiyse eğer karşılar:
“Her yüz, her dükkan, yatak odası penceresi, pub, karanlık meydan, ateşler içinde yana yana çeviremediğimiz bir resim- aradığımız nedir? Kitaplarda da böyledir bu. Milyonlarca sayfanın içinde ne ararız? Umutla sayfaları çevirmekten usanmayarak- ah, işte jacob’un odası.”
teşekkür ederim.