kitabın adı bu. kitap kulübümüzün 1. dönem okuduğumuz son kitabıydı. başlarken her birimiz oylamaya 1 yerli bir yabancı yazar ve kitabını önerdik. okuma listesi bu şekilde oluştu. benden de beni asla bırakma seçildi.
Ishiguro 1954’de japonya nagazaki’de doğdu. beş yaşındayken ailesi ile ingiltere’ye taşındı. bugün kendisini “melez bir kültürel kökenden geliyorum” diye tanımlıyor. londra’da yaşarken büyükbabası düzenli olarak gönderdiği çizgi roman, dergi gibi eşyaların bulunduğu paketlerle onu japon kültürüne ait imgelerle devamlı beslemiş. evde anne babasının sohbetlerinin de bu durumu pekiştirdiğini söylüyor.
kent üniversitesinde ingilizce ve felsefe eğitimi alan Ishiguro mezun olunca sosyal hizmetler görevlisi olarak çalıştı. 24 yaşındayken east anglia üniversitesinde 1 yıllık lisansüstü yaratıcı yazarlık programına kabul edildi. o zaman kadar öyle pek bir iddiası yokmuş yazarlık üzerine.
bu programa da bbc’nin geri çevirdiği radyo oyunu ile kabul edilmiş.
aslında 20 yaşına kadar hayali bir rock star olmakmış ve edebiyat hevesinin yeni yeni farkına varıyormuş. programa kabul edilince panik duygusu ile iki öykü yazmış; birinin konusu “feci bir intihar sözleşmesiydi” diyor diğeri ise iskoçya’daki sokak kavgalarını anlatıyormuş.
ilk iki romanında uzak tepeler ve değişen dünyada bir sanatçıyla’da “kendi japonyasını” anlattı. 1988’de 33 yaşındayken tamamladığı 3. romanı günden kalanlar için “fazlası ile ingiliz görünüyordu” diyor. burada bir değişim yaşadığını anlıyoruz. 3. roman hayatını yanlış değerlere göre yaşadığının, en güzel yıllarını bir nazi sempatizanına hizmet etmekle harcadığının ve yaşamının ahlaki ve siyasi sorumluluğunu almamakla, o yaşamı derin anlamda ziyan ettiğini çok geç fark eden bir ingiliz uşak hakkında.
müzik için daha doğrusu şarkı söylemek için insan sesinin aklın alamayacağı kadar karmaşık duyguların bileşimini ifade etme yeteneği olarak gördüğünü, yakalamak istediği herhangi bir duygunun şarkıcının sesinde olduğuna inandığını söylüyor. rock star olma hayalini paramparça etmediğini anlıyoruz böylece. müziğin edebiyatındaki yerini müzik ve müzisyenler hakkında yazdığı öykülerin yer aldığı noktürnler kitabında ve başta bahsettiğim kitaba adını veren fakat romanı yazdığı sırada var olmayan beni asla bırakma isimli hayali şarkıda takip ediyoruz.
akademi, yazarı 2017 de nobel’e layık gördüğünde ödül gerekçesini “büyük bir duygusal güce sahip romanlarında dünya ile bir bağlantımız olduğu yanılsamasının altında yatan dipsiz uçurumu açığa çıkaran bir yazar” olarak açıkladı.
bazı filmlerde açılış sahnesi kahramanın karşılama konuşması ile başlar, kendisini hemen göremeyiz, ortam görüntüsünün üzerine konuşur ve bizi filme davet eder. beni asla bırakma ilk bir kaç sayfada bende tam olarak böyle bir his uyandırdı. bu, romanın filme çekildiğini hatta yazarın kaleme aldığı bir takım senaryoların olduğunu günden kalanlar romanının da sinemaya uyarlandığını bilmemin etkisi olabilir.
benzer bir duygu ilk romanından sonra yazarda da uyanmış. yazdığı tv senaryosu ile ilk romanını yöntem ve üslup bakımından (diyaloglar, açıklamalar) birbirine benzetmiş “romanı okudukça bir senaryoya benziyordu” diyor.
böyle düşündüğü sırada virütük bir hastalığa yakalanıyor ve iyileşme sürecinde proust’un kayıp zamanın İzinde romanının 1.cildini okuma fırsatı oluyor- swann’ların tarafı -(kitap bende de var ama henüz okumadım) kitabı yatağın içinde tesadüfen buluyor. mümkündür. proust’un bir bölümü diğerine bağlama tekniğinden çok etkileniyor: “bu birbirine bağlama zihinsel çağrışımlar ya da hafızanın cilvelerini taşıyor gibiydi”. görünüşte alakasız bu iki an anlatıcının zihninde neden yan yana konumlanmış ki diye düşünürken buluyor kendini ve ikinci romanı için bu özgür yolu kullanmaya karar veriyor. iki gün önceki bir sahne ile yirmi yıl öncesinde kalmış bir olayın yan yana gelişi. bu içsel devinimin tv ekranında yakalanmasının imkansız olduğunu fark ediyor. (ben ikna olmadım)
beni asla bırakma’da hikaye hailsham yatılı okulunda başlıyor. kathy, ruth ve tommy klonlarının ilişkileri üzerinden biz de neler olduğunu anlamaya başlıyoruz. 13 yaşına geldiklerinde klonlara neden var oldukları anlatılıyor (son derece nihilist bir şok); hastalanmak, yaşlanmak, ölmek istemeyen, yani tükenmek istemeyen insanlar için tüketilmek üzere yaşamsal organlarını vermeleri için klonlanmış bir grup insan. yirmili yaşların başında bağışçı statüsüne geliyorlar ve otuz yaşında 3.-4. bağıştan sonra yaşamlarını kaybediyorlar.
transhümanizm, posthümanizm kavramlarını ilk kez 2018 de sanat fuarı istanbul art show’da yalın alpay ile ilker canikligil’in gerçekleştirdiği bir sohbette duymuştum. şu an için hala ciddi bir etik sorun olarak adlandırabileceğimiz (şükürler olsun) ağır bir yükle panik yapmadan yavaş yavaş ilerliyor hikaye. sade, zarif bir şekilde anlatıyor klonların tarafını yazar. dümdüz okuyoruz yapacak başka bir şey kalmıyor okura.
halbuki konu takdir edersiniz oldukça dallı budaklı: bu sistemi kim kurdu, kim finanse ediyor, müşteri ağında kimler var, kararlar nasıl alınıyor, seçimler neye göre yapılıyor, bu servis sözde elit bir kesime mi sunuluyor toplumun geneline yayılmış mı, farklı düşünce gruplarında yankı bulmuş mu, kaldıysa eğer tıp etiği buna ne diyor gibi sorulabilecek pek çok soru var.
hikaye 1. tekil kişi ağzından anlatılmış ve yazar konuyu tek bir yönü ile ele alarak bize kathy ile empati kurmayı teklif ediyor. empati burada bir doz daha önemli çünkü kathy bize burda başka bir insan olma durumunu anlatıyor. insan sonrasında eni konu hala insan olmak.
empati kurmak ne kadar mümkün?
romanı yazıldığı 2005 senesinde okumuş olsaydım döneminin fütüristik eseri olarak, ki bu yumuşak bir bilim kurgu anlatımı aynı zamanda, duygusal bir tepki verebilirdim, bugünse iki yıllık pandemi dönemini geride bırakırken empati beni dehşete düşürecek yeni bir duyguyu tetiklemedi.
Isiguro “ben romanlarımda hep aynı şeyi yazıyorum” diyor insan olma durumu, bunu farklı ruh halleri ile farklı türler üzerinden yapıyor; tarih, fantastik, distopya, bilim kurgu. ama izlek olarak insan olma durumu, zorluğu , kendilerini görevleri ile tanımlayan insanların yaşamı, sorgulamadan mutlak varoluş biçimleri üzerine yazıyor.
yormayan diliyle bir çırpıda okunacak bir roman beni asla bırakma. bu haliyle yazarın “öykünün amacı” tanımına hizmet ediyor “öyküler bir insanın başka bir insana şunları söylemesinden ibarettir: ben böyle hissediyorum. ne hissettiğimi anlıyor musun? sana da öyle geliyor mu?”
yazdığı öykülerin amacını bu şekilde tanımlarken aynı zamanda “kolay kolay unutulmayacak” romanlar yazmak istediğini de ekliyor. ben de bunu okuma deneyimini çarpıcı kılmak için vurucu fikirler aracılığı ile yaptığını görüyorum.