kahvaltı
aynı tabak değişiyor yok o da aynı yumurta sabit yoğurt alt favorim
kuru yoğurdu ve ızgara enginarı mutlaka deneyin
aynı tabak değişiyor yok o da aynı yumurta sabit yoğurt alt favorim
kuru yoğurdu ve ızgara enginarı mutlaka deneyin
sayın bilgili, her vatandaşa bir tarihi eserin zimmetlenmesini önermiş. müthiş bir haber değil mi bu?
böylece tarihi bir çeşmenin üzerine, çevreye verdiğimiz geçici rahatsızlıktan dolayı özür dilerim falan yazmaya kalkmazlar, diyor.
şaka
insanımızın bir eserle birebir bağını kurabilirsek tahrip etmek bir yana bunları korumak için gönüllü bir yarışa girilecek, diyor.
bence de. mesela tünelden inen yoldaki laleli çeşme bana zimmetlense hayır bu büyük bi sorumluluk demem, geliyorum derim.
tatildeyken kesinlikle bir şezlong kitabı olmayan kuzey’i okudum. geçen dönem kitap kulübünden ekim ayına devrettiğimiz bir açılış kitabı oldu bu. yoğunduk yetişmedi. ben de yazın ilk fırsatta okumak istedim. katıldığım k.k. sayısı üç olunca bu plaj kitabı bu değil ayrımı da lükse kaçıyor. her şeyi her yerde okuyorum ve 600 sayfalık bir başka romanın kalan 3/2sini yol yaptığım 48 saat içinde arabada bitirmem gerekince kitabı tutup sayfa çevirirken işaret parmağımın kökünü burktum.
kuzey adı -bana şimdi ne anlatılacak? sorusunu da beraberinde getiriyor. roman için net bir ad değil. okudukça bunun bir tercih olduğunu anladım çünkü, hikaye tek ama çoklu anlatıcı var. bu da romanı derinlikli kılıyor; anlatıcı değiştikçe bakış açısı da değişiyor. bir kere daha hatırlıyoruz ki herkesin gerçeği farklı.
kuzey burada sırlı bir yer, yola düşülmese iyi olur olarak altı çiziliyor ama aslem’in babası bu yolda ölmüş.
o zaman oğlu da babasının başına neler geldiğini öğrenmek için kuzey yoluna çıkıyor. dedelerden ninelerden kalma bir efsane anlatıyor sanki yazar, masalsı bir dil kullanmış. hikaye içinde anlatıcılar çeşitlendikçe roman da varoluş gösterisine dönüşüyor. kuzey, okudukça büyüyen ilerledikçe kendini okura açan bir ilk roman. karakter sayısı fazla buna mahlas da eklenince ara verip devam etmeye pek müsait değil, bir kerede başlayıp bitirmek lazım.
son zamanlarda okuduğum romanların tesadüf edişleri kurgu kategorisinde yer alsa da bana bir zihin parçasına şahitlik ettiğimi düşündürüyor. çizgisel bir okuma yapmamız için yazılmamışlar. bu oldu, sonra bu, sonra bu ve sonra da bu…
bu değil. bir algılayışın, irdeleyişin içindeyim ve birden anlatı kişisinin sesinin içinden anlatıcı sesi yükseliyor.
kuzey’de yazarın işkenceyi betimleyişi mesela, sadece bu kısım yeşil renk kalemle yazılmış gibi yazarın kişisel tarihinden ayrı düşünülemez: “içinde ne taşıdığından çok, nasıl taşıdığın önemli değil mi?”
kuzey, paylaşımlarında alıntı yapmayı sevenler için henüz hâlâ keşfedilmemiş bir damar, yazarın “aklının en sağlam taşı”.
hafta sonu. burada her sene, ağustos ayının son haftası, koyun atlatma festivali düzenleniyor. büyük aşka saygı duruşu olarak adlandırılan bu festival aynı zamanda hayvan sevgisinin de bir göstergesi ve sekiz asırdır sürüyor.
festivalde sürü lideri koyunun sürünün diğer koyunları ile menderes ırmağının bir yakasından diğer yakasına geçişi çobanlar arasında yarıştırılıyor. sürü lideri koyunun süslenmesi de yarışmanın renkli bir yönü.
festival koyun olimpiyatı olarak bilinse de renkli görüntülerin sahipleri koyunlardan ziyade gömlek ceket suya atlayan çobanlar.
sürünün önünde çoban koşuyor, bir takım şifreli sesler çıkarıyor ki koyunlar atlayabilsin. öncesinde koyunlara tuz da yedirilse en coşkulu görüntüyü yine çobanlar veriyor.
başarıyla karşıya geçen koyununu tebrik için öpen çoban olduğu gibi tanınan süre dolduktan sonra atlayan koyununu teselli için öpen çoban da var. duygusal anlar yaşanıyor.
antrenmanı sessiz ve seyircisiz ortamda yapan koyunlar festivalde cümbüşün ortasında kalınca atlamaya pek niyet etmiyor. 34 yarışmacı sürüden temkinli olarak suya giren ve finale kalan 10 sürü oldu.
trt festivali canlı verdi ama mümkünse bir kere denizli’ye gidip yerinde izlemeli bence.
geçen gün akışta, mc donald’s da 2 orta halli menü 500 lira tutmuş. şaşkınlığın gündem değerinin sorgulanmasının abes olduğu fiyatlar seviyesine gelindi. türkiye enflasyonla yaşamaya alışkın bir ülkedir, klişesinde sınırı geçtik.
kdv oranında yapılan güncellemenin ardından fiyatlar hakkında konuşmayı bıraktım, her seferinde şaşırıyordum ve bu çok yorucuydu. 1 ürünün 2 yıl içinde 7 liradan 98 liraya ulaşan yolculuğuna bir insan daha ne kadar şaşırmalı? bu bende tc vatandaşı olarak otomatik açılan bir seviye oldu bir gün geldi fiyatı okuyorum, zihnim bunu proses ediyor ve direkt yapacaklarım ve yapmayacaklarım cinsinden paritesi falan derken bir bakmışım ki fiyatlar sadece bir önerme
şaka
ama bunun gibi bir şey
geçen gün bir tanıdık dedi ki aşağı dondurma yemeğe indim, sadece dondurma, her fiyat seviyesinde her yer dolu bu nasıl olabiliyor? ve dondurmanın külahı da 100 lira falan. hâlâ mutsuzlar ama dedim. neden? eskiden fiyatlar ne olursa olsun insanlar çıkar yemek yerdi ve derdik ki tc de fiyatlarda ne yaşanırsa yaşansın yemek sektörü çalışır falan. eski alışkanlıkla yine o umutsuzlukla çıkayım bir yemek yiyeyim bi kahve içeyim bari diyoruz ve bam! şimdi söze döküldüğünde anlam kaybına uğradı farkındalık ama travma böyle deneyimlerden biri işte. ilk defa bu, bu sefer ekstradan bir kaygıya dönüştü. çalışmıyor. toplum tarafından yapılıyor ama daha ne kadar yapılabileceği belirsiz. o zaman mc donald’s fişlerini masaya koyuyoruz.
bu anormal bir boyutta normal değil. anlaşılıyor mu? buna yeni bir kavrayış gerekiyor. ben bunu biliyorum iddiası değil ama bir yaklaşım olarak yeni bir yabancı ülkede yaşamaya başladığımızı düşünebiliriz. değişen tercihlerimizi yoksunluk saymadan bütçe oluşturmak ve gerçekten paramızı değecek doğru yerlere ödemek için -içsel kaynaklarımıza ulaşmayı deneyebiliriz (vav). fiyatlar onları bloke etmiş olsa bile.
çünkü iş bugün dışarıda yemek mi yemeliyim idefix de bekleyen sepeti mi ödemeliyim, noktasına geldi.
sonuçta fiyatlarla travmatize olan kişinin stabilizeökfgk neyse saçmalıyor oluşumu da hesaba katarsak bence çıkın bi kahve için
olmayan bir kale ve olmayan bir düşman. tatar çölü. dino buzzati.
yazar başından itibaren bu inançsızlıktan bir gıdım şaşmıyor. sınır kışlasında geçen bir hikaye anlatıyor gibi yapıcam ama siz buna çok da takılmayın, diyor.
roman 1940 yılına yazıldı ve daha sonra italyan edebiyatında başyapıt olarak kayıt altına alındı. peki bu heyecansız hikayeyi dikkate değer yapan nedir?
teğmen giovanni drago kuş uçmaz kervan geçmez bir noktada bastiani kalesine göreve gönderilir. gider gitmez de tayin aldırma planı yapar ama geçirmesi gereken dört aylık mecburi hizmet süresi vardır. gel gelelim bu dört ayın sonunda drago düzene alışır ve muhtemel bir düşman saldırısının hayali ile kalmaya karar verir. bu sınır kışlasında kimse gerçeği itiraf edemez. gölgelerle karartılarla oyunlar oynanır ve “arkalarından bir kapı kapanır”. otuz yılı bir düşman yaratıp onu bekleyerek geçirmek. hiçbir şey yaşanmadan sarnıçtan damlayan su sesi ile arkadaş olunur.
bu romanda birbirine zıt iki şey savaş umudu. savaşın umut olduğu bir roman ve bu umut ile 30 yıl koca bir hiçliğe bakarak geçiyor, varlığı bile şaibeli tatar çölüne.
heyecan dolu bir anlatı değil ama tıkır tıkır da işliyor. aşina olduğumuz kavramların altında bir derinlik var; düşman, savaş, umut, bekleyiş..
yazar bunu bize niye yapıyor peki? okuduğun yaşa göre efekti değişebilir bir roman. çünkü bence soru şu:
benim tatar çölüm ne? bu, 30 yaşında düşünce katmanlarında başka yankılanır 50 yaşında başka.
buzzati’nin düşüncesini ilerleterek okumayı denersek ne olur? deneyelim: insan hayatı boyunca sadece egosu ile ilişkidedir diğer tüm ilişkiler bir yanılsamadan ibarettir.
kitapta altını çizdiğiniz yerler için yorumlarda buluşalım.
avm’de etkinlik alanına bırakılan bir çocuğunki gibi başladı. bu resmi 2. kez yapıyorum. ilkinde sabitleyici spreyi yakın sıktığım için bütün boya tozları kağıdın yukarısında toplandı
saatleri ayarlama enstitüsü’nü okudum. “mutlak samimilik taraftarı” hayri irdal’ın anıları ve tam bir dolandırıcılık olayı. buna doğu- batı yorumu da deniyor.
tanpınar’ın hayata bakış açısını görüp kendisine rastlayamıyoruz romanda. yaptığı tam olarak bu. huzur’da da olduğu gibi. saatleri ayarlama enstitüsü öyle büyük bir yapı ki okur olarak neresinden kucaklayacağımı bilemedim.
halit ayarcı ise istese kendine herhangi bir sirkte iş bulabilecekken saatleri ayarlamayı tercih etmiş. öyle diyor. bu işin fikir babası. zaten müspet bir işe de inanmıyor. dolandırıcı olduğuna da. işler insanlardan sonra dünyaya gelmiştir ve işleri onları görecek adamlar icat eder diyor. üç dakikanın üzerinde düşünmek her işi gülünç yapabilir -herhangi bir şeyi mantığın dışına çıkarmamız için ona biraz dikkat etmemiz yeterlidir.
halit ayarcının hayat felsefesi, kendine inanmak. romanın düşünmeyi teklif ettiklerinden biri de salt zamanın kendisi. zaman hakkında bildiğim şey onun tutarlı olmadığı. sevdiğimiz biriyle çok hızlı geçerken stresliyken yavaşlar. belki de sadece bunu fark etmek için bir saate ihtiyacımız var, 1 dakika plank durmaya ve saatlerimizin ağırlanmasına.