kutular ve raflar bende olmasını istediğim, kullandığım ve kullanacağım onca malzemeyle dolu. sketchbooklar, tuval tercih etmesem de 300 gr kanvas padler, ürettiğim el yapımı kağıtlar, boyalar (ki onlara teknikler deriz) ve bir sürü kağıt işi; anaokulu öğretmeni olabilirmişim. çünkü “yaptığımız tüm sanat çıraklıktır. sanatın büyüğü yaşamdır” yani, sonunda sanat olursa eyvallah.
evet, yazımız bu kadardı.
hayat düzeyleri, yeni yılın ilk paylaşımı olmaya yakışır bir kitap çıktı. 3 bölümden oluşan 94 sayfalık bu kitapçık için en dikkat çekici yorum “julian barnes 20 kitabının bir bakıma tek babası sevgili eşi pat için hayat düzeyleri ile kağıttan bir tac mahal yaptı” şeklinde. yazar, eşinin soyadı olan kavanagh’ı bir dönem mahlas olarak da kullanmış.
yükseklik günahı – dürüstlük zemini – derinlik kaybı kitapta yer alan bölümlerin isimleri, izlek ise uzun bir cümle: daha önce bir araya getirilmemiş iki şeyi bir araya getirirsiniz ve dünya değişir…
daha önce bir araya getirilmemiş iki şeyi bir araya getirirsiniz bu bazen yürür bazen yürümez…
daha önce bir araya getirilmemiş iki şeyi bir araya getirirsiniz ve yere çakılıp yanmayı mı yeğlersiniz yoksa yanıp yere çakılmayı mı?
anlatı stratosferden açılıyor yani balonculuk. balonla uçma denemesi yapıyorsanız hareket var mı yok mu, yükseliyor muyuz alçalıyor muyuz anlamak için bir avuç dolusu tüyü aşağıya atarsınız. bu tournachcon namıdiğer nadar’ın hikayesi ve yazar ilerlemenin olgunlaşarak değil yeniyetmelik durumunda kalarak keşifler yaparak gerçekleştiğini söylüyor; mağara duvarına resim yapmaktan fotoğrafın icadına kadar ve tüm bu ilim bilim kendimize gitgide artan bir hakikatle daha iyi bakmamıza olanak veriyor. biz artık bu olanaklarla ne yapıyorsak o kadar. modern insan daha çok instagram şifacılığı üzerinden ilerliyor. bayılıyoruz canva’da hazırlanmış farkındalık cümleleri ile süreç içerisinde kalma becerisi göstermeye çabalıyor oluşumuza (bunun atası ağlayan gül üzeri şiirdi) benzer şekilde X‘lemeler de var ama anavatanı tabii ki ig.
ikinci bölüm ise barnes bir şans olarak inşa ediyor. sevgili eşi pat’i sarah bernardt kendisini de ona sırılsıklam hayran albay fred burnaby canlandırıyor. karısına olan sevgisini buradan anlıyoruz. onu belki bu şekilde son bir şans ölümün elinden kurtarabileceğini düşünüyor.
kitabın başında inmek mi çakılmak mı? diye sormuştu yazar işte üçüncü bölüme geldiğimizde gökyüzünde başlattığı kitabı yerin altına çekiyor. eşini kaybetmesiyle birlikte nasıl yere çakıldığını anlatıyor. tüm içtenliği ile ve ne derler korkusu olmadan. karısı onun biriciği. bunu anlamak için bu tac mahal’i ziyaret etmek şart mıydı peki?
benimle tanışmadan önce. bu, yazarın bir başka romanı. geçen yaz okumuştum. kahramanımız hendrick bir tarihçidir ve boşanıp ann ile evlenir. tarihçi kimliğine atıfta bulunur şekilde ann’in geçmişinde arkeolojik bir kazıya girişir ve saplantılı bir kıskançlığın içine düşer. yazarın çok yönlü ironi unsurunu temel aldığı üslubunu düşününce kitabın sonu bana yazarlık kariyerinde bu roman ile bir köşeli parantez açtığı hissini vermişti. yani oldu mu şimdi julian barnes, demiştim son sayfada, ne alaka? ama hayat düzeylerini okuduğumda tac mahal’in yapımına asıl burada başladığını söyleyebilirim. diğer bir açıdan tam bir gözdağı.
üçüncü bölümden hayata pay çıkaracağımız çok fazla şey var ama ben bir soru çekip aldım: yasta başarı nedir?
anımsamakta mı yoksa unutmakta mı yatar başarı? hareketsiz kalmak mı hareket etmeye devam etmek mi? her ikisinin birleşimi mi? kayıp aşkı zihinde güçlü bir şekilde tutma yeteneği onu bozmaksızın anımsama mı onun sizin yaşamınızı isteyeceği gibi yaşamayı sürdürme yeteneği mi? yaşlılara her şeye rağmen olumsuz tecrübelerinden bahsederken gelen anlık canlılık gibi hatırlamak bir şans da olabilir. bilmiyorum.
sokak kedilerinin ekmek yediği şehir
yazarlarda uzun boya, ali teoman cağaloğlu’nda ankara han’ın üst katındaki yayınevi ofisinden içeri girdiğinde
ne oluyor? filan olmuştum, diye anlatıyor bülent usta. o dönem bir romanı hakkında sıkı bi eleştiri kaleme alınca ali teoman kendisi ile tanışmak istemiş. onu öven bir yazı yazmış olsaydım muhtemelen gelmeyecekti dostluğumuz da böyle başladı, diyor.
eşikte kitap kulübü listesi için önerdiğim iki romandan biriydi. ali teoman tavsiye üzerine değil de kitaplar hakkında bakınırken tesadüf eseri tanışabileceğiniz bir yazar. yaşarken edebiyat çevrelerinde olmanın gereklerine
inanmamış. murat yalçın onu ürkütücü bir ciddiyet, iç dünya odaklı ve gizemli, ne kadar tanıdık emin değilim, diyerek anıyor.
ali teoman’ın ilk kariyeri mimarlık. nişantaşı’nda kültür varlığı olarak da tescillenen milli reasürans’ın mimarlarından biri. bina, sokak yapısının hakim olduğu bölgede boşluğun tasarımıyla semtin nefes alma alanlarından biri oldu. yazar, mimar olunca adı eşikte olan bir romanın hikayesi çok daha merak uyandırdı bende ama oylamadan diğer önerdiğim julian barnes-hayat düzeyleri çıktı.
eşikte, bir kaybın ardından hikayesi. çağrı gibi gelen ölüm haberi ile yola çıkılır; yazar, kapılar, odalar, kilitler ve kağıtlarla yavaş yavaş bir hikaye kurar. roman sanki ben okurken yazılıyordu. 122 sayfada sade bir dili olmasına rağmen bir çırpıda bitiremediğinizde anlıyorsunuz bunu ve romanın ortasına geldiğimde bir his, kahraman tam olarak nerede, göremiyorum? diğerleri de varlar ama yoklar. biz onların bıraktıkları izleri okuyoruz. ama kapılar, odalar ve kağıtlar onlar kesinlikle var.
ve bir hikayenin kahramana gelen çağrı üzerine başlaması gibi son cümleyi okuduğumda bana da romanın başına dönme çağrısı geldi. o zaman anlaşıldı ki okuru da ilk sayfadan itibaren algı derinliği barındıran o bulanıklık halinde, eşikte tutmuş yazar. metin paketinden yeni bir hikaye gibi tekrar açılıyor.
bu romanda kitabın adını sevdim. eşik hem mimari hem de sözlük anlamı bakımından üzerine hikaye kurgulamak için güçlü bir kelime. kalemi ilk eline aldığında ya da son cümleyi yazdığında ali teoman, artık ne zamansa, romana eşikte diyerek hikayenin yarısını cebinde bilmiş bence.
günlük tutarlarmış
“birinci dünya savaşı sabah saat 11’e kadar devam etti. saat 11.15’te hâlâ gelişigüzel ateş etmeye devam eden alman makineli tüfekçiyi susturduk. aslında savaş biteli 15 dakika oluyordu; ama başka seçeneğimiz yoktu. belki saati yanlıştı. herhalde savaşta öldürülen son alman oydu, şansı yokmuş. ”
(11 kasım 1918 bir ingiliz askerinin günlüğü)
yıl 1918 ve bugün ise gazze’de sivillere bir noktaya gitmeleri söyleniyor onlar da inanıp gidiyor, ardından o nokta bombalanıyor.
romantize etmeden basit bir tarihi bilgi olarak orduları ile birlikte savaşan krallar, sultanlar atlarına da zırh geçiren şövalyeler; bugün ise gazze’de kullanılan fosfor bombası. yerden 100m yüksekte infilak ettirildiğinde havadaki oksijenle birlikte yanmaya başlıyor. yaklaşık 30 dönüm alana yayılan etkisiyle ciğerlerin patlamasına ve nefessiz kalarak boğulmaya yol açıyor. hava savunma sistemi olan tarafın beyaz fosfor kullanımına karşılık savunma sistemi olarak sadece hastaneye sığınabilen insanların üzerine bomba yağdırılması buna bu savaştır diyebilir miyiz?
“10. saatin son saniyesinde ateş kesildi. mons yakınlarında daha şanslı bir alman askeri varmış. savaşın son dakikasına kadar ingiliz cephesini makinelisiyle tarıyor ve saatin dolmasıyla siperinden dışarı tırmanıyor, miğferini çıkarıyor ve eski düşmanları önünde eğilip nazikçe selam verdikten sonra arkasını dönüp gidiyor”
şövalyelikten topyekün savaşa geçildi, modern savaş. insanlar filistin’de toprağını korumak istediği için ölüyor, topyekün savaştan kastedilen bu mu? o yüzden yaşananlar soykırım kelimesinden bağımsız değil. gazze bu mücadele içinde dünyanın nasıl iki yüzlü olduğunu da ortaya koyuyor. savaşlar konvansiyonel, at mat kalmadıysa gazze varoluş şekli ile korkak ve cesuru da gösteriyor.
ekolu sesi ile kamboçya, bangladeş, beyrut ve filistin’de bir şeyler oluyor dediği yerdeyiz dünyada garip çok garip şeyler oluyor
mindfulness burada bir işe yarayamaz mıydı acaba?
yok artık, bunu ancak ronald purser sorabilir. kendisi mindfulness üzerine kitap makale falan yazıyor. purser’dan vesaire.org’da çevrilmiş bir içerik-yazısı vasıtasıyla haberim oldu. okuma süresi girişte 14 dk olarak belirtilmiş, bir makale için bu ciddi bir süre. ama yaklaşım hakkında fikir edinmek adına da makul.
ronald purser’ın iştahlı bir kalemi var. yani bu yeni bir antidepresan film tablet olsa hakkında böylesi anksiyetik bu hacimde bir metin hazırlanır mıydı? bu zamana kadar bana -al bak bu mindfulness, diye taktim edilmiş bir şey yok ama uyanıp başladığınız gün çok sıkışık çok güçlü bir yerden geldiğinde evet kısa bir süre için nefesimize odaklanmayı deneyebiliriz. bunu ben de biliyorum. özel bir ekipmana ihtiyaç duymadan hayatta olmanızın temelde kafi geldiği hemen o an neredeyseniz çalıştırabileceğiniz bir pratik ve lanet olsun işe de yarıyor.
yazar 5 sayıda aldığımız nefesi 10 sayıda geri verirsek kabaca 2. bir fransız devrimi olsun kurtuluş savaşı ya da
bunları yapmaya adam kalmayacağından endişe ediyor. zizek de benim gibi düşünüyor, diyor. sen zizek’e ne bakıyorsun o 2 gün sonra rahatlıkla şimdi başka düşünüyorum diyebilir, onun işi bu. ayrıca ılık limonlu suyun dahi zorbalandığı, ondan alacağımız faydaya bile göz konulduğu bir çağdayız. insan oluşumuza dört bir koldan savaş açıldı. savaş açanların da parmağının olduğu, az biraz işe yaradığı için şimdi olumsuz etkisi türetilen bu yöntemi (şüphe duymaktan kafamızda saç kalmayacak) zaten yeri geldiği anı fark ederek cebinden çıkarıp uygulayacak kaç kişi var? çalınan dikkat kitabını herkes aldı, bitirebilen birine rastladınız mı?
“odaklanmak stresi azaltabilir ama mindfulness radikal eylemleri teşvik etmek yerine neden böyle şeyler yapıyor. kabullenişe alan açıyor” diyor. çok pardon ama insanın stresten birkaç dakikalığına başını çıkarabilmesi az bir şey mi? ve ayrıca bu, mindfulness ın direkt radikal eylemleri desteklemek gibi bir amacı olmadığı için olabilir mi? kafadan radikal eylemlere dalmak için insanlık tarihinde etkisini kanıtlamış pek çok kavram yöntem var zaten.
mindfulness esas kadim bilgeliğe dönüşmesi gereken o niyete; değiştirebileceğim, değiştiremeyeceğim ve ikisini birbirinden ayırt edebilmeyi için alan açsaydı bak o zaman purser küreklere asılabilirdi. diğer bir açıdan mindfulness ın popülerliği 10 yıllık mevzu orta uzun vadede metropol insanı üzerinde etkileri henüz bilinmiyor çünkü zihni odaklamak zamanı da yavaşlatır, yavaşlayan insan kendisi ile karşılaşır ve sonra olaylar gelişir zaten, ronald purser’ın bu kadar kurulmasına lüzum yok.
vesaire.org’a bi göz atın, bültenine üye de olabilirsiniz güzel bir portal bence.
idi foto galerinin adı, baybay yaz oldu, sonra güle güle 44 hoş geldin 45 e dönüştü
evet bu yaz bu yaşandı bir yaş daha eklendi şükür
bu yaz kendime yaptığım iyiliklerden biri yoga pratiğime dönmek oldu. güç ve dayanıklılık antrenmanları ile kısalan kasları yoga uzatıyor ve kısmen bir denge sağlamak mümkün oluyor ama stüdyoda hâlâ kapalı vücutları temsilen bulunuyorum
kitap kulüpleri okuma kampı derken bol bol okudum bu sırada sağlıklı beslendim
kevin geldi, bir sokak kedisi kendisi gördüğünüz gibi safkan bir bengal tekiri belki ondan da bahsederim 🧿
öyle bir şey ki zihnim bir fermuar ve bir yanı benim bile içeriğine tam hakim olmadığım bir bilgelik taşıyormuş gibi dingin diğer yanın ise cinleri tepesinde fermuarı çekince oluşan bütünlükten ne bekleyebilirim bakıyorum şimdilik