Bu hikaye yaşandıktan birkaç ay sonra olsa olsa şöyle anlatılırdı: Sattı da ne oldu, aldığı parayla bir ay ancak idare edebildi. Üzerinden yirmi iki yıl geçince bugün başka türlü anlatılır:
Bütün sabah yağmur yağdı. Ferhat, saat öğlene yaklaştığında artık kuru havadan umudunu kesti ve planladığı gibi evden çıktı. Dakikalar sonra ise güneş açtı. Tam bir nisan havası yaşanıyordu İstanbul’da. Beyoğlu’na vardığında İstiklal Caddesi’nde ağır ağır yürümeye başladı. Elinde tuttuğu şemsiyesini adımlarına uydurarak bir baston gibi kullanıyordu. Düzenli, dakik Ferhat. Yalnız bu sefer tam vaktinde davranmaktan vazgeçti. Hevesli ya da çaresiz görünmekten çekindi.
İstiklal Caddesi’ndeki şık palaslardan birinin önünde durdu. Rasim’in dükkanı binanın 3. katındaydı. Aslında tam bir dükkan denemezdi. Ressam arkadaşları tablolarından bazılarını satış için getirirdi. Birkaç acemi koleksiyoner, yeni gelen antika parçaları, el yazmalarını sormak için uğrardı, diğerlerini o arardı. Hatırlı müşterileri arasında ufak müzayedeler düzenlediği de olurdu: Rasim’in antika evi. Kapı zilini o gün Atatürk Erkek Lisesi’nden sınıf arkadaşı Ferhat çalacaktı. Bir hafta kadar önce Tünel’de karşılaştıklarında çıkarıp bir kartını uzatmıştı ama iki gün sonra telefonla arayıp gelmek istediğini söyleyeceğini tahmin etmemişti. Saat ikiyi on geçiyordu.
Kapıyı Rasim açtı. Hızlı, tek bir bakışta kılık kıyafetini süzdü arkadaşının. Ferhat, paltosunu çıkardığında bir beden küçüleceğini biliyordu. Çocukluğunda da böyle kürdan gibiydi; bembeyaz teni, dikdörtgen yüzü, fırça gibi siyah saçları, hoş şimdi kırlaşmıştı, kahverengi gözleri ve orta boyu sayesinde her yaşta genç gösteren adamlardandı. Kabanını çıkarıp şemsiyesi ile beraber ayaklı portmantoya astı.
“Nasılsın, anlat bakalım!” diye sordu Rasim. Parlak günlerini geride bırakan gri takım elbisesinden mi omzunun düşüklüğünden mi yoksa telefonda kendisine göstermek istediği aile yadigarı antika bir parça olduğunu söylemesinden mi artık hangisi ya da kaç tanesi geçerliyse, Tünel’de karşılaştıkları günden farklı, babacan ve abartılı bir alçakgönüllü tavra büründü. Ferhat gülümsedi sadece ses çıkarmadı. Coşkulu bir sohbete hazırlanmış olan Rasim, bir anlığına bocaladı. Kırmızı tombul yüzünü kaşıdı. Kahve, tabii ya, telefona uzanırken “Bir Türk Kahvesi söyleyeyim de içelim.” dedi “Orta?” Ferhat evet anlamında başını salladı.
“Emekliyim, oturuyorum deme bana sakın.” dedi Rasim, bordo ipek kadifeden sırma koltuğa tekrar yerleşirken. Kendisinin tuzu kuruydu. Babası resim yapardı, hayatları boyunca daire, dükkan kiralarıyla geçindiler. Annesi, Rasim’in doktor olmasını çok istedi. Babası ise karşılıklı resim yapmak için ona ilk değerli hediye olarak komşusunun örümcek bağlamış şövalesini satın aldı. Dükkanlardan birini atölye olarak kullanıyordu. Babası burayı araştırarak satın aldığı antika değerinde eşyalarla, ileride kıymetleneceğini düşündüğü ressamların tablolarıyla doldururdu.
“Çeviri işleri geliyor. Bazen başımı kaşıyacak vaktim olmuyor bazen de arayan soran.” dedi Ferhat. “Birkaç yıl evvel İhsan’la iş yaptığınızı duydum.” dedi Rasim. “Bildiğim kadarı ile İhsan alım-satımla uğraşır; konut, arsa, otomobil filan.” Yargılar gibi bir tonu vardı sesinin. Ferhat, “Her tarakta bezi var doğru.” dedi. Bu ortak arkadaştan kurtulmak istiyor gibiydi. “Uzun süre çabaladım ama ben ticaret adamı değilim.” Ev hanımı anne, memur babanın tek çocuğuydu Ferhat. Fransız olan anneannesi bir Türk ile evlenmişti. Annesi de ana dili gibi bildiği Fransızcayı, Ferhat’a küçüklüğünden itibaren çok güzel öğretmişti. Babası, korkak bir adamdı memuriyete sıkı sıkıya tutunmuştu. Annesi, Ferhat’ın Fransa’ya gitmesini orada kendisine bir hayat kurmasını çok istemişti.
Kapı çaldı ve hemen ardından dışarıdan açıldı, çaycı tepsisiyle girdi içeri. İki büklüm yaklaştı, aralarında duran fiskos sehpasına yavaş hareketlerle kahve fincanlarını yerleştirdi. Rasim ile selamlaşmadılar bile. İlk iki adımını geri geri attıktan sonra döndü ve geldiği gibi çıktı. Rasim’e saygı duyduğu belliydi, kesin bir iyiliğini de görmüştü, hali minnetle karışık bir şeydi. Rasim, kıskanç adamın tekiydi aslında, bunu da morali yüksek alaycı tavrının arkasına gizlediğini sanırdı. Kimseye merhametli davranmak istemezdi de Rasim gibilerin felaketi üzerlerinden savuşturmak için çevresine numunelik ilgi gösterdikleri olurdu.
“Bize şimdi nane likörü eşlik eder.” dedi Rasim ve bir cevap beklemeden çok şık görünen ceviz büfeye doğru yöneldi. Zarif likör bardaklarını doldurduktan sonra kendine de bir pipo hazırladı. Ferhat’a “Bir kaşık bala devam mı?” diye sordu. Sesinde tanıdık o tını vardı: Çiğ kıskançlık. Ferhat, kemikli ince uzun ellerini iki yana doğru çaresizce açtı. Hayatı boyunca bir tane sigara bile denememiş, Türk kahvesine eşlik etsin diye likörü saymazsanız ağzına içki koymamıştı. Kendini bildi bileli her sabah aç karnına bir tatlı kaşığı bal yerdi. Rasim zamanında zayıf bir çocuktu, ergenlikten itibaren hızla kilo almaya başladı. Bu yüzden aynı boyda aynı yaşta olmalarına rağmen Ferhat’ın beş yaş küçük görünmesi onu içten içe kızdırmıştı.
Piposundan derin bir nefes çektikten sonra “E, sizinkiler nasıllar?” diye sordu. Ferhat az önce bir yudum aldığı kahvesi elinde fincanın içine uzun sayılacak bir süre altı saniye baktı, yedi de olabilir. “İyidirler herhalde.” dedi, “Ben babamla Sarıyer’deki çatı katında yaşıyorum, annem iki yıl evvel sizlere ömür.” Tramvayın öfkeli kornası girdi araya insanlar bir türlü önünden çekilmiyor olmalıydı. Rasim, son yudumunu içti kahvesinin. “Çocuklar?” Zamanında Ferhat’ın evlendiğini duymuştu da detayları bilmiyordu. “Bir kızım var, mimar kendisi. Fransa’da yüksek lisans yapıyor.” dedi “Nursen, karım da üç yıl önce Mersin’e ailesinin yanına taşındı.” Rasim, bu sefer bir zorunlulukmuş gibi devam etti. “Sen, eşinle…” Hemen cevapladı. “Boşanmadık! Kenardaki üç otuz parayı da İhsan’a kaptırınca…” Pişman, çok pişmandı, “Nursen, genç kızlığını Mersin’de keyifle geçirmiş. Bazı akşamlar bana lise anılarını, mahalle arkadaşlarını anlatırdı. Bambaşka olurdu böyle zamanlarda. Can suyu içmiş bir fidan gibi kendine gelirdi.” dedi. Annesi, Nursen’i hiç istememişti. Oğlu ona vurulmasa belki de Fransa’ya gider kendisine bambaşka bir hayat kurardı. Rasim ise bu anlattıklarına empati duyacak adam değildi. Hiç evlenmemişti. Hayatı kendi öncelikleri, zevkleri, keyfi doğrultusunda yaşamıştı. Bir kız kardeşi, kardeşinin de iki tane oğlu vardı. Bayramlarda görüşürlerdi ve çocuk sesi ona hiçbir zaman sevimli gelmemişti. Laf olsun diye “Annelerimiz özveriliydi.” dedi Rasim. Ferhat’ın gözlerindeki o mesafeli mana silindi “Özveri değil mesele. Nursen başkadır, eğlenmeyi sever, farklı ülkelere seyahat etmek isterdi. Ana babasına akrabalarına bağlıydı yalnız, başka ülkede yaşayamazdı.” Rasim, genelde sohbet biraz zorlanmaya görsün “Sağlığımıza!” der kadeh tokuşturmaz mıydı? O an ne yapacağını bilemedi.
“Aslında fazla vaktim yok, hava tekrar bozacak gibi.” Yalandan gözlerini pencereye dikti Ferhat. “Babam da evde, biraz rahatsız”. Ceketinin cebinden beyaz pelür kağıda sarılı, kahverengi ince bir iple bağlanmış küçük bir paket çıkardı. Aralarında duran fiskos masasının üzerine bıraktı. Rasim şimdi hatırladı lise arkadaşının neden burada olduğunu. Pipoyu tablasına koydu. Uzanıp paketi aldı. İlk katı açtıktan sonra duraksadı, sonra ikinci kat. Ortadaydı şimdi: Kemikten yapılmış taraklı saç tokası. “Annemindi.” diyebildi Ferhat.
Rasim, toka elinde pencereye doğru yürüdü. Cama yaklaştırıp ışığa tutunca daha net anlaşıldı; üzerinde damla şeklinde üç tane akik, iki tane opal taş vardı. Tarak kısmında bir diş eksikti. Bunlar, onu bir antika yapmaya yetmezdi. Elinde vefat etmiş bir kadının gençliğinden kalma bir anıyı tutuyordu. Ferhat’ın bu niyetle normalde bir antika evinin kapısından bile giremeyeceğini düşündü ve “Gerçekten denemiş.” diye geçirdi içinden. Eğer bu tokayı ondan satın alırsa nazarında ne antikadan anlayan bir adam ne de kendi işinin patronu gibi görünecekti. Emrivaki tolere edemeyeceği şeylerin başında geliyordu. Kartvizitini verdiği için pişmanlık duydu.
Tokanın taraklarında gezindi parmakları, kaçacak yer arıyordu sanki. Arkasını döndüğünde Ferhat ile göz göze geldi, çaresiz bakışlarını üzerine kilitlemişti. Rasim, “Ne diyorsun?” diye sordu. Pazarlık yapmayacaktı Ferhat, “Sence?”. Tokayı fiskosun üzerinde pelür kağıdın içine bıraktı. Bu sefer çalışma masasının arkasına geçip sandalyesine yerleşti. Kilitli çekmeceyi açtı, içinden çek defterini çıkardı. Takvim, perşembe gününde olduklarını söylüyordu, çeki pazartesi gününe yazdı. Diğer taraftaki çekmeceden antetli diplomat zarfı çıkardı (Bediye Antik), çeki içine dikkatlice yerleştirdi.
Yerinden kalkmadan zarfı masanın en ucuna kendinden uzak bir noktaya bıraktı. Ferhat, beklemeden ayaklandı, elinde tuttuğunu o an fark ettiği likör bardağını bir dikişte içti. Zarfı alıp ceketinin iç cebine yerleştirdi. Söylemedi, ama gidiyordu. Rasim gecikmek üzere olduğu önemli bir görüşmeye sıra geldiğini göstermek için telefona uzanırken Ferhat’a “Sana bir öğlen yemeği borcum var.” dedi “Bu böyle olmadı.”