yazarlarda uzun boya, ali teoman cağaloğlu’nda ankara han’ın üst katındaki yayınevi ofisinden içeri girdiğinde
ne oluyor? filan olmuştum, diye anlatıyor bülent usta. o dönem bir romanı hakkında sıkı bi eleştiri kaleme alınca ali teoman kendisi ile tanışmak istemiş. onu öven bir yazı yazmış olsaydım muhtemelen gelmeyecekti dostluğumuz da böyle başladı, diyor.
eşikte kitap kulübü listesi için önerdiğim iki romandan biriydi. ali teoman tavsiye üzerine değil de kitaplar hakkında bakınırken tesadüf eseri tanışabileceğiniz bir yazar. yaşarken edebiyat çevrelerinde olmanın gereklerine
inanmamış. murat yalçın onu ürkütücü bir ciddiyet, iç dünya odaklı ve gizemli, ne kadar tanıdık emin değilim, diyerek anıyor.
ali teoman’ın ilk kariyeri mimarlık. nişantaşı’nda kültür varlığı olarak da tescillenen milli reasürans’ın mimarlarından biri. bina, sokak yapısının hakim olduğu bölgede boşluğun tasarımıyla semtin nefes alma alanlarından biri oldu. yazar, mimar olunca adı eşikte olan bir romanın hikayesi çok daha merak uyandırdı bende ama oylamadan diğer önerdiğim julian barnes-hayat düzeyleri çıktı.
eşikte, bir kaybın ardından hikayesi. çağrı gibi gelen ölüm haberi ile yola çıkılır; yazar, kapılar, odalar, kilitler ve kağıtlarla yavaş yavaş bir hikaye kurar. roman sanki ben okurken yazılıyordu. 122 sayfada sade bir dili olmasına rağmen bir çırpıda bitiremediğinizde anlıyorsunuz bunu ve romanın ortasına geldiğimde bir his, kahraman tam olarak nerede, göremiyorum? diğerleri de varlar ama yoklar. biz onların bıraktıkları izleri okuyoruz. ama kapılar, odalar ve kağıtlar onlar kesinlikle var.
ve bir hikayenin kahramana gelen çağrı üzerine başlaması gibi son cümleyi okuduğumda bana da romanın başına dönme çağrısı geldi. o zaman anlaşıldı ki okuru da ilk sayfadan itibaren algı derinliği barındıran o bulanıklık halinde, eşikte tutmuş yazar. metin paketinden yeni bir hikaye gibi tekrar açılıyor.
bu romanda kitabın adını sevdim. eşik hem mimari hem de sözlük anlamı bakımından üzerine hikaye kurgulamak için güçlü bir kelime. kalemi ilk eline aldığında ya da son cümleyi yazdığında ali teoman, artık ne zamansa, romana eşikte diyerek hikayenin yarısını cebinde bilmiş bence.
günlük tutarlarmış
“birinci dünya savaşı sabah saat 11’e kadar devam etti. saat 11.15’te hâlâ gelişigüzel ateş etmeye devam eden alman makineli tüfekçiyi susturduk. aslında savaş biteli 15 dakika oluyordu; ama başka seçeneğimiz yoktu. belki saati yanlıştı. herhalde savaşta öldürülen son alman oydu, şansı yokmuş. ”
(11 kasım 1918 bir ingiliz askerinin günlüğü)
yıl 1918 ve bugün ise gazze’de sivillere bir noktaya gitmeleri söyleniyor onlar da inanıp gidiyor, ardından o nokta bombalanıyor.
romantize etmeden basit bir tarihi bilgi olarak orduları ile birlikte savaşan krallar, sultanlar atlarına da zırh geçiren şövalyeler; bugün ise gazze’de kullanılan fosfor bombası. yerden 100m yüksekte infilak ettirildiğinde havadaki oksijenle birlikte yanmaya başlıyor. yaklaşık 30 dönüm alana yayılan etkisiyle ciğerlerin patlamasına ve nefessiz kalarak boğulmaya yol açıyor. hava savunma sistemi olan tarafın beyaz fosfor kullanımına karşılık savunma sistemi olarak sadece hastaneye sığınabilen insanların üzerine bomba yağdırılması buna bu savaştır diyebilir miyiz?
“10. saatin son saniyesinde ateş kesildi. mons yakınlarında daha şanslı bir alman askeri varmış. savaşın son dakikasına kadar ingiliz cephesini makinelisiyle tarıyor ve saatin dolmasıyla siperinden dışarı tırmanıyor, miğferini çıkarıyor ve eski düşmanları önünde eğilip nazikçe selam verdikten sonra arkasını dönüp gidiyor”
şövalyelikten topyekün savaşa geçildi, modern savaş. insanlar filistin’de toprağını korumak istediği için ölüyor, topyekün savaştan kastedilen bu mu? o yüzden yaşananlar soykırım kelimesinden bağımsız değil. gazze bu mücadele içinde dünyanın nasıl iki yüzlü olduğunu da ortaya koyuyor. savaşlar konvansiyonel, at mat kalmadıysa gazze varoluş şekli ile korkak ve cesuru da gösteriyor.